7 Ekim 2012 Pazar

Kırmızı Tuborg'un hayattaki yeri!

Bir adam kırmızı Tuborg içiyorsa artık birçok şey ona yetmiyor demektir. Kırmızı Tuborg sadece bir gösterge, bir işaret. Öteki kalanların hepsi ya kendi içinde saklıdır ya da henüz kendisi de bunun farkında değildir. Hayat ile ilgili ne yapacağını bilemiyordur muhtemelen. Sadece boş bir açlık hissi vardır içinde. Bunun dışında çok hüzünlü olduğu söylenemez. Hüzün, henüz kendisini tam olarak göstermediği için şimdilik kendisini kandırmasının hiçbir sakıncası yok. Ancak vakit onun için de gelecek. Kendini kandırma dünyanın sana sunduğu en keyifli meşgaledir. Küçük ve güzel dokunuşlarla hayatını yaşanır kılabilirsin. Gerisi pek de önemli değil. Aslında bütün bir hayat önemli değil.

Ne diyorduk? Kırmızı Tuborg güçlüdür de ayrıca. Kendini kaybedecek kadar güçlü. Ama adam aslında kendini kaybedecek kadar zayıf olduğunun farkına varmaz bile. Bütün mesele tek başına devam edebilecek gücü kendinde bulmak. Gerisi zaten çorap söküğü gibi gelir. Doğumgününü birlikte kutlayacak kimseyi bulamazsan o zaman gerçekten özgürsün demektir. Kimseyi tanımadığın biryerde geçirdiğin bir gece de olabilir özgürlüğün en büyük kanıtı. Ama sana yalnızlık yalanını da atmayacağım. Kimse yalnız kalmak istemez ki. Bir yandan isterler ama aslında kimse ne istediğini tam olarak bilmiyor. Ancak şunu biliyorum ki eğer kırmızı ışıklar olmasaydı ve bira daha ucuz olsaydı herşey çok daha kolay ve eğlenceli olabilirdi. Beylik laflarla seni kandırmaya çalıştığımı mı düşünüyorsun? Doğru yoldasın. Biraz daha ilerlersen elbette ki beni bulamayacaksın. Beni bulacağını da nerden çıkardın? Belki kendini bulabilirsin.

Eh biraz şansın varsa o da!

Not: Bu yazı aşağıdaki iki şarkıyı dinlerken yazıldı. Belki size de ilham verebilir!


11 Temmuz 2012 Çarşamba

Akşamdan kalıyorsunuz ya, en güzel o zaman oluyorsunuz.

17 Haziran 2012 Pazar

Soru

Büyüdüğümü düşündüğüm için duygularımı gizlemeye çalışıyorum.
Halbuki ne ben büyüdüm ne de sen.
Büyümüş olsam hata yapmazdım değil mi?
Yoksa büyüdüğüm için mi hata yapıp duruyorum?

Kusura bakma ama çok mu soru soruyorum?

Nazım Hikmet olamadım.

İnsanlar unutmak için bira içtiğimi düşünüyorlar,
oysa ben hatırlamak için içiyorum.
Hatırlamak istediğim duygular var.
Unuttum, işime yarayacağı halde haberdar olmadıklarım.
Bilmiyorum nerede olduklarını.
Ve kiminle.
Yoksa kendilerini bana hissettirmeyen duygularım mı var?

Hayatı bir yerde yanlış yaşamış ve
geri dönüşü olmayan adamın saflığı var üzerimde.
Bir de imla hatalarının bilinmezliği.

Sen saçlarını kestirdin, ben değiştim.
Kendi elimle mutsuzluk yarattım. Bakalım mutlu olacak mıyım?

Her şey

Gelecek için bir şeye ihtiyacın var. Kendin için değil, gelecek için. Bir bardak çay olabilir mesela. Güzel kokması lazım. Ancak o zaman anlarsın iyi bir çay demlediğini. Bir tabak makarnada olabilir. Lezzetli olmalı ki umut verebilsin sana. Sanata dair herşeyi çıkarmalısın ki hayatından acında az olsun. Yoksa ömrünün sonuna kadar acı çekmeye mahkum bırakılırsın. Ellerini sözcüklerle bağlarlar. Aklını esir alırlar. Kendin olman gerekiyor. Yanına birini alsan iyi olabilirdi ancak malesef bayram dönemi otobüs seferlerinde bilet bulmak gibi hep geç kalıyorsun hayata. Biletsiz kabul edileceğin yerler çok az. Eğlenmeye bile bilet alırken hayatının bu kadar ucuz ve kolay olacağını düşünmedin değil mi? Hayatta bedava olan tek şey mutsuzluk. Onun haricinde her şey için para harcaman gerekiyor.

Alakasız olacak ama peki ya kelimeleri birbirine bağlayan "her şey" neden ayrı yazılıyor?

16 Haziran 2012 Cumartesi

Ölü böcek

Belli bir yaşa gelmiş
ve
hayata dair hala bilmediğiniz şeyler varsa her şey sizin için çok zordur.
Cesaret sahip olduğun en muazzam özelliğindir.
Eğer sahipsen.
Yoksa
yoktur.
Zorlamanın anlamı yok.

Ve böyle umarsız

Yalan değil aslında söylediği
Bir nota ne kadar gerçek olabilirse o kadar.

Geçmiş zamanlarda bırakmış eldivenlerini
ve işte bu yüzden elleri sürekli kirli.
Kendisini sevmek istiyor, ama nasıl yapılacağını bilmiyor.
Kedisini sevmeyi tercih ediyor sırf bu yüzden.
Kendisinden daha az masraflı, mama ve temiz kum.
Bu kadar!


7 Haziran 2012 Perşembe

Kara Panter'den Krallığa!

Çingenelerin Kralı
Eğer sizi tanımlamak için "insana benzeyen" (Roman) kelimesini kullanıyorlarsa hayata karşı çok fazla şansınız olmadığını kabul etmek zorundasınız. Hele bir de bunun yanına Dünya'da 2 milyardan fazla insanın sevdiği İsa'nın katilliğiyle damgalandığınızı eklersek, tarih boyunca yersiz yurtsuz dolaşmanız, ikinci dünya savaşı boyunca Yahudilerden sonra en fazla öldürülen nüfusa sahip olmanız ve 72 milletin yanında buçuk olarak anılmanız ise diğer özellikleriniz.
Roman kelimesi, insan anlamına gelen "rom" kelimesinden türetilmiştir ve yüzyıllardır bir grup gezgin insanı tanımlamak için kullanılmaktadır. Hindistan'dan neden çıktıkları tam olarak bilinmemekle birlikte bir rivayete göre dönemin İran Şahı sokağın birinde tebasından insanların sazsız sözsüz içtiklerini görür ve buna çok içerler. Hemen Hindistan hükümdarına bir mektup yazar ve tebasının müziksiz içmelerinden duyduğu rahatsızlığı ve mutsuzluğu dile getirir, ülkesinde insanlarını eğlendirecek müzisyenler olmadığından dem vurur. Hükümdardan ülkesindeki en iyi müzisyenlerden bir kısmını kendisine göndermesini rica eder. Çingeneler, kendileri için en önemli yeteneklerini yanlarına alarak Hindistan'dan yola çıkarlar ve hiç durmadan yüzyıllar boyunca hayatlarını müzik yaparak yollarda geçirirler ve her yıl toplanarak Ganj'dan Thames'e kadar suların kenarında kendilerini kurtaracağını düşündükleri Baba fingo'yu (Baba fingo: eski bir çingene hükümdarı) beklerler.
Bütün Çingenelerin daha sonra öğreneceği gibi Baba Fingo sessiz sedasız 1936 yılında Adriatic denizinden Sırbistan'a Šaban Bajramović ismiyle geliyor. Çelimsiz bir çocuk olan Šaban sadece 4 yıl gittiği okuldan her çıkışında müzik öğrenmek için sokaklara koşuyor. 19 yaşında askere alındığında bir kıza aşık olduktan sonra hayatının 5 buçuk yılını geçireceği Goli Otok hapishanesine konulmasına vesile olacak askerlikten kaçıyor. Yakalanıp askeri mahkemeye çıkardıklarında ise 3 yıl olan mahkumiyet süresini "Yaşadığım süre boyunca beni burada tutamazsınız, tekrar kaçacağım" dedikten sonra 5 buçuk yıla çıkarıyorlar. Goli Otok hapishanesi 5 buçuk yıl boyunca onun okulu oluyor. Müzisyen kariyeri burada başlıyor ve kalecilikteki yeteneğinden dolayı "Kara Panter" lakabını kazanıyor.
Hasiphaneden çıktıktan sonra müzik kariyerine başlıyor ve o döneme kadar susturulan halkının intikamını alırcasına şarkılar söylüyor. 650'den fazla beste, 20'den fazla plak ve 50'den fazla single ile bir çok müzisyenin ulaşamayacağı bir mertebeye ulaşıyor. Günümüz çingene müzisyenlerinin hepsini etkiliyor ve Tito'dan Nehru'ya kadar devlet başkanları tarafından onurlandırılarak ve hak ettiği şekilde anılmaya başlanıyor: Çingenelerin Kralı...
Aşık olduğu kadının ardından giden bir adam, ruhu hapishaneye sığmayan bir adam, hiçe sayılan ve ezilen bir adam nasıl söylerse öyle söylüyor şarkılarını ve 2008'de geldiği sulara geri dönüyor Çingenelerin Kralı. 

"Yıllar boyunca müziği sürekli olarak hem  meşhur hem de bilinmeyen müzisyenler tarafından taklit edilip durdu. Kontratlar yapılacağına dair tutulmayan sözler verildi. Açıkcası, müziğini koruma altına almakla hiç ilgilenmedi. Diğerleri milyonlar kazanırken o her zaman kendisi gibi yaşadı; günden güne müzik yaparak, nereye isterse giderek ve hiçbir sınır tanımayarak."
Dragi Šestić - Mostar Sevdah Reunion



28 Mayıs 2012 Pazartesi

Bakkala terlikle giden çocuk

Uzun süre sonra içimde tekrar bir şeyler kıpraştıran bir şarkıdan sonra bu satırları yazmaya oturdum. Uzun zamandır yazmamazlık etmiyordum ama uzun zamandır güzel müzik dinlemiyordum. Pile verecek paramız çoğaldığından veya artık şarjlı müzik aletleri kullanmaya başladığımızdan beri, kasetlerin yok olup (kesinlikle yavşak nostaljisi yapmıyorum) yerine mp3ler geldiğinden beri itiraf etmeliyim ki müzik zevkim değişti. Piller çabuk bitmesin diye kullanılan kalemler artık bir işe yaramıyor ve yine pillerin ömrünü düşündüğümüz kadar şarjlı aletlerin ömürlerini düşünmüyoruz. Öyle olsa sürekli ileri şarj tuşuna basmazdık.

Herneyse. Uzun zamandır müzikal açıdan kabızlık içindeydim. Üretim değil. Tüketim anlamında. Durum o kadar kötüydü ki fütursuzca tüketmek istememe rağmen ortada ona değecek müzik yoktu. Bugün İstanbul'da yağmurlu bir hava vardı. Almanya'ya dönmüşüz ancak bizim yakaladığımız yerde Almanya böyle değilmiş artık. Yine geç kaldık galiba. Ne diyordum, mp3lerle ilgili konuşuyordum değil mi? Muazzam bir teknoloji ancak birşeyler eksik. Aslında eksik doğru kelime değil, şöyle anlatmaya çalışayım. Parçayı sindirmenize zorlamıyor sizi. Eğer ilk başta beğenmezseniz bir tuşla çok uzaklara yollayabiliyorsunuz. Bu da haliyle sindirmenizi zorlaştırıyor. Bu arada Susam Sokağı ne güzel diziydi değil mi? Kalimero'yu çok severdim.

Her duruma ruh hali yapıştıran avare gönlüm sabah seve seve havanın tam depresyon yapılacak bir hava olduğuna kanaat getirdi. Geçen gün Ipod Shuffle aldık. Müzik çalarım olmasına rağmen hemen üstüne atladım. Sebebini buradan açıklıyorum, çalan şarkıların isimlerini görmek istemememdi. "Kamil, onda da tuş var, basıyorsun söylüyor" diyebilirsiniz. Sizsiniz lan Kamil! İngilizcem çok iyi değil. Anlayabiliyorum ama konuşurken biraz takılıyorum. Yabancı şarkılarda çok karışık söylemezse anlarım. REM'i seviyorum en çok. Sabah işe giderken hem Ipod'u hem kendimi shuffle moduna aldım yürüyorum. Otobüs bekliyorum. Gidiyorum. Öyle bir şarkı çalmaya başladı ki... Basıyorum tuşa anlayayım diye, şarkının ismi anlaşılıyor ama adını anlamıyorum. Bir daha bastım, bir daha, bir daha. Sonra sikerim dedim şarkıyı başa sardım, başladım dinlemeye.


Şarkının hissettirdikleriyle ilgili çok fazla gevezelik yapmayacağım. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar güzeldi (kıps). Bütün gün bununla ilgili bir şeyler yazmak için bekledim açıkcası. Benim söyleyecek pek fazla şeyim yok. Yukarıdakiler şarkının bana yaptırdığı gevezelikler. Yarın yine aynı yer ve aynı saatte görüşmek üzere hoşçakalın. 90lar güzel zamanlardı. hıı?




10 Şubat 2012 Cuma

Böcek olmak örümcek olmaktan daha iyidir

* Hayal ürünüdür. Hayal ürünü olduğu için gerçek olabilir.

Toplanmışlardı. İçlerinden hala birkaç tanesi eksikti. Soğuk havanın etkisiyle girdikleri kahvehanede onlardan başka hiçkimse yoktu. Dışarıda kar taneleri tam hesapladıkları yerlere düşüyorlardı. Herkes alanını biliyor, başkasının bölgesine göz koymuyordu. Ellerini sobanın borularının etrafında tutan Kafka;
- Nerede kaldılar, dedi.
- Aradım. Açmıyorlar. diye cevapladı Dostoyevski.
- Hava çok soğuk geç kalmasalar bari dedi Kafka sobadan ısınmış ellerini yüzüne sürerken.
Oturduğu sandalyeden kalkan Dostoyevski ellerini ısıtmak için bardaktaki çayı seçmişti. Elinde çay bardağıyla birlikte cama yaklaştı.
- Abi başka bir arzunuz var mı? diye seslendi fokurdayan çayların arkasından kahvehane sahibi.
Yok anlamında başını salladı Dostoyevski. Kafka başındaki şapkasını sobanın üstünde tutarak ısıtmaya başladı. Dostoyevski bir yandan yağan karı izliyor bir yandan da gidecekleri yeri düşünüyordu.
- Beykoz buradan çok uzakta mı diye sordu kahvehane sahibine.
- Biraz uzak abi dedi kahvehane sahibi yeni koyduğu çayı getirirken.
Çayı uzattı.
- Şeker istemiyordun değil mi abicim dedi.
- Gerek yok diye cevapladı Dostoyevski.
- Geç kaldınız. Biraz daha erken gelseydiniz direk vapurla geçerdiniz Beykoz'a dedi kahvehane sahibi. Sarıyer'deyiz. Beykoz karşımızda olmasına rağmen direk vapur yok bu saatte oraya. Mecbur dolanacaksınız.
- Beşiktaş'tan geçer miyiz diye sordu Dostoyevski dışarıda yağan karı izleyerek.
- Tabi. Beşiktaş, oradan vapurla Kadıköy ya da Üsküdar'a geçersiniz. Oradan Beykoz otobüsleri kalkıyor. Sorsanız herkes gösterir. Başka bir arzun var mı abicim?
- Yok dedi Dostoyevski telefonla arama tuşuna basarken. Aradığı telefon çalıyordu. Arkasını döndü. Kafka s obanın etrafında yoktu. Elleriyle buğulanan camı sildi. 5. çalıştan sonra karşı taraf telefonu açtı.
- Hele şükür. Neredesiniz? diye sordu Dostoyevski.
- Abi biz gelemiyoruz. Burada hava çok kötü. Tren Arifiye'de bozuldu. Yapılamayacakmış. Otobüslerle gelip bizi alacaklar diye cevap verdi Gogol.
- Hadi ya. Sesinde üzüntü vardı Dostoyevski'nin.
- Öyle valla. Zaten geç kaldık. Bizi beklerseniz daha da geç kalırız. Bence siz direk gidin oraya. Artık öğrendiklerinizi bize sonra anlatırsınız dedi Gogol.
Kafka tuvaletten çıktı. Elleri ıslaktı. Kurumaları için tekrar sobanın üstüne getirdi. Ellerinden akan su damlaları sobaya her düştüğünde kızdırıyordu sobayı. Gözlerinden tekini kısıp, kafasını hızlı hızlı sağa sola sallayarak ve ağzını yamultarak kelimeleri kullanmadan "ne oldu?" diye sordu. Dostoyevski gibi kelimeleri seven bir adamın bile cimriliği tuttu. O da üst dişleriyle alt dudağını ısırarak kafasını Kafka'dan daha yavaş halde mimikleriyle "haberler iyi değil" demeyi seçti.
- Peki Neruda ne diyor? O en başından beri orada olmak istiyordu. Ne söyleyeceklerini kendi kulağıyla duymak istediğini söylemişti bana diye sordu Dostoyevski telefondaki Gogol'a.
 - Onu hiç karıştırma dedi Gogol kısık sesle. Sesinden kelimelerini birisinden sakladığı anlaşılıyordu. Zamanında orada olamayacağımızı anladığından beri yemekli vagonda içiyor. Sarhoş oldu. Konuştukça kelimeleri daha da kendisine ve Dostoyevski'ye saklıyordu. Dediğim gibi siz gidin. Sonra konuşuruz. Had... Arkadan gittikçe yakınlaşan "Kim o? Kafka mı? Kafkaaaa!" kelimeleri koşar adım yaklaşıyordu. Gogol telefonu kapattı.
- Gelemiyorlar dedi Dostoyevski telefonun tuş kilidini kapatırken. Bizim yalnız gitmemiz lazım.
- Üsküdar? Üsküdar'dan onu almayacak mıyız diye sordu Kafka. 
- Alacağız. Üçümüz gideriz. Hem o buraları bizden daha iyi biliyor. Hadi şu çayları ödeyip gidelim dedi Dostoyevski.
Camın önünden ayrıldılar. Dostoyevski, Gogol'un armağan ettiği paltosunu sırtına geçirdi. Kafka şapkasını takıp eldivenlerini giydi. Çay ocağına doğru ilerledi. Dostoyevski önünü kesti.
- Bunlar benden. Ne kadar usta borcumuz? diye sordu Dostoyevski.
- 5 yaş, 2 oralet, 2 tost 12 lira yapıyor abi. Siz 10 verin kafi dedi kahvehane sahibi boş çay bardaklarını yıkarken.
Dostoyevski cebinden çıkardığı 20 TL'yi uzattı. Para üstünü aldı. İyi akşamlar dileyip mekandan çıktılar. Kar kıyafetlerini dövüyordu. Kafka kafasıyla sol tarafı işaret etti. Minibüslere doğru yürüdüler.

Üsküdar iskelede Dostoyevski tekrar telefona sarıldı. Kar aynı şiddetiyle Rehbere girdi ve N harfine bastı. "Nazım Hikmet" ismini bulduğunda arama tuşuna bastı. İnsanlar hedeflerine doğru giderler onlar durmuş Nazım'ın telefonu açmasını bekliyorlardı.
- Alo diye açtı telefonu Nazım Hikmet.
- Alo. Nazım biz geldik. Kadık, aman pardon Üsküdar iskelesindeyiz. Nerede buluşalım? diye sordu Dostoyevski.
- Bekleyin siz iskelede. Ben ayakkabılarımı giyip çıkıyorum dedi Nazım. Hadi görüşürüz.
- Şu çay ocağında birer çay daha içelim dedi Dostoyevski telefonu kapatırken. Birazdan burada olacakmış. Soğukta beklemeyelim. Kafka ve Dostoyevski iyice kar tutan kaldırımlarda kaymamaya çalışarak çay ocağına gittiler.

- Sıcak tutuyor mu palton diye sordu Nazım çayını bir yudum aldıktan sonra.
- Gogol kendisi için yaptırmış. Terzi yanlış ölçü almış dikerken. Ona olmuyordu, giyer misin diye sordu. Bende kabul ettim dedi Dostoyevski. Kafka televizyonda Örümcek Adam filmini izliyordu.
- Benim paltoyu kumarda kaybetmiştim dedi Dostoyevski, Kafka'nın duymayacağı şekilde Nazım'ın kulağına eğilerek.
- Neruda kumarı bıraktığını söylemişti bana diye sordu Nazım.
- Bıraktım. Ama bıraktıktan sonra son bir kez daha oynadım. Son sefer kumar oynamak sayılmıyor. Ayrıldığın kızla son bir kez sevişmek gibi dedi Dostoyevski. Tövbeliyim. Bir daha hiç oynamayacağım. Gogol sağolsun, bu güzel paltoyu verdi dedi Dostoyevski paltosunun kumaşını okşarken.
- Ne zaman gideceğiz diye sordu Kafka programa reklam girdiğinde.
- Hadi kalkalım dedi Nazım cebinden 5 TL çıkarırken. Parayı masaya bıraktı. Eyvallah usta deyip çaycıya veda etti ve kıyafetlerini giyindikten sonra tekrar dışardalardı.

Üsküdar - Beykoz hattı çalışan otobüsten inip gidecekleri yere doğru yürüdüler. Kar peşlerini hiç bırakmıyordu.

Aradıkları sitenin önüne geldiklerinde Dostoyevski kağıttaki adres ile karşılarında duran adresi karşılaştırmak için cebinden kağıdı çıkardı. Adreslerin aynı olduğuna kanaat getirdikten sonra girişe doğru ilerlediler. Güvenlik birkaç metrekarelik sıcak odasından çıktı. Beykoz'da kara rüzgarda eşlik ediyordu. Güvenliğin şapkasını tutmasından hayatta en çok ona değer verdiği anlaşılıyordu.
- Buyrun. Kimi aramıştınız? diye sordu güvenlik.
- Biz Esra Hanım'a bakmıştık dedi Nazım.
- Hangi Esra Hanım diye sordu güvenlikçi birkaç saniye düşündükten sonra.
- Esra. Esra Erol dedi Dostoyevski.
- Haa. Güvenlikçi kimi aradıklarını anladığı için rahatlamıştı. Kimi oluyorsunuz? Akrabası mı? Misafiri mi?
- Misafiriyiz dedi Nazım. Kendisini görmemiz gerekiyor. Arkadaşlarım çok uzak yoldan geldi dedi Nazım, Dostoyevski ve Kafka'yı göstererek.
Güvenlikçinin gözü Dostoyevski'nin paltosuna takıldı. Haberi var mı Esra Hanım'ın diye sordu.
- Hayır yok. Ama eğer ararsanız bizi kabul edeceğini düşünüyorum dedi Nazım Hikmet.
Güvenlikçi misafirlerin habersiz gelmesinden rahatsız olmuştu. Burada bekleyin dedi hala şapkasını tutarken.
Nazım başıyla onayladı. Güvenlikçi içeri girdi. Çok sevdiği şapkasını masasının üstüne bıraktı. Ahizeyi kaldırdı ve karşı tarafı aradı. Kafka, güvenlikçinin ne söylediğini duyamasa da bakışlarından kendilerini tarif ettiğini anlıyordu. Aklına Örümcek Adam geldi. Acaba kendisinide örümcek hisleri mi vardı? Bu olasılık Kafka'yı heyecanlandırsa da heyecanı kısa sürdü. Kendinde olsa olsa "böcek hisleri" olabilirdi.Güvenlikçi ahizeyi kapattı. Şapkasını almadan sandalyeden kalktı. Bu sefer kısa kalacak diye düşündü Kafka.
- Esra Hanım sizi bekliyor. İleride soldan ikinci araya dönün, soldaki üçüncü ev dedi güvenlikçi.
Üç arkadaş teşekkür edip eve sitenin içerisine girdiler.

Kapıyı Esra Hanım'ın hizmetçisi açtı. Esra Erol kuçağında çocuğuyla meraklı gözlerle gelenleri merak ediyordu.
- Esra Hanım'la görüşmek için gelmiştik dedi Dostoyevski.
Hizmetçi kapıdan çekilerek misafirler ile Esra Erol arasında daha fazla engel olmayı bıraktı ( farkında olmadan yaptığı bir eylemdi ). Esra Erol birkaç adım öne geldi.
- Merhaba. Hoşgeldiniz dedi karşısında tanımadığı üç adamı görmenin verdiği rahatsızlığı gizlemeye çalışarak.
- Hoşbulduk diye karşılık verdi Nazım sanki bir hata yapmışlar ve yaptıkları hatayı gizlemeye çalışıyormuş gibi gülümseyerek.
- Buyrun içeri geçin dedi Esra Erol.
Hizmetçi Esra Hanım'ın sözlerini tekrarladı. Nazım önde, Dostoyevski arkasında ve onları takriben Kafka son sırada olarak içeri girdiler. Esra Erol'un eşide üst kattan indi. Misafirlere hoşgeldiniz dedi. Misafirler başlarıyla karşılık verdiler. Üçüde aynı koltuğa oturdular. Hizmetçi paltolarını almak için hamle yaptı.
- Gerek yok dedi Dostoyevski. Çok kalmayacağız.
Esra Erol hizmetçiye gözüyle içecek bir şeyler getirmesini işaret etti. Kadın başıyla emre itaat ederek mutfağa doğru gitti. Hizmetçinin odadan çıkışı ile Esra Erol'un kocasının ağzından dökülen ilk kelime arasında 7 saniyelik bir sessizlik oldu.
- Misafir beklemiyorduk. Ama hoşgeldiniz dedi. Ağzından çıkan "ama"nın gereksiz olduğunu düşündü. Geri alamadığı için üzüntü ve utanç arasında gidip gelen bir his kapladı içini.
- Gecenin geç saatinde rahatsız ettiğimiz için özür dileriz dedi Nazım, Esra Erol'un kucağındaki çocuğu ağlamaya başladığında.
Çocuğu susturamayacağını anlayan Esra Erol, hizmetçi çayları getirdikten sonra çocuğu yatırması için hizmetçiye verdi. Gözleriyle hepsini süzdükten sonra nasıl yardımcı olabileceklerini sordu. Dostoyevski heybetli paltosunun düğmelerini açtı. İç cebinden küçük bir kitap çıkardı. Esra Erol ve kocası birbirlerine baktılar. Kitabı tanımışlardı.
                                                             KARA DUVAK.

Bu Esra Erol'un yazdığı bir kitaptı. Esra Erol kitabını taşıyan üç adamda olsa başkasıyla tekrar kendisine gelmesinden gurur duymuştu. İmza mı istiyorsunuz? diye sordu böbürlenerek.
- Daha fazlasını dedi eve geldiğinden beri güvenlikçinin şapkasıyla kendi şapkasını karşılaştıran Kafka.
- Nasıl yani diye araya girdi Esra Erol'un eşi.
- Sizdeki sırrı öğrenmeye geldik dedi Dostoyevski.
- Ne sırrı diye şaşırdığını yeniledi Esra Erol.
Kitabın arkasını çeviren Dostoyevski cümleleri okumaya başladı.

"Bu kitabı okumak için eline almışsan ve okuyorsan sana sesleniyorum. Hayatının kilit noktası olan gün belki de bugün. Şu anda kitabı elinde tutup benim satırlarımı okuduğun gün.
Bu kitabı okuduktan sonra yaşamını değiştirebilirsin.Sen genç kardeşim; aile baskısı, toplum baskısı, mahalle baskısını bir kenara bırakıp kendin için doğru kararlar verme zamanı bugün. Çünkü yarın bu acıları yaşadığında yanında belki de hiç kimse olmayabilir. O yüzden evlilik kararını vermeden önce iyi düşün! Sen aile büyüğüm; senin kızın da olabilirdi bu acıları çeken. Onu genç yaşta evlendirmek istediğine emin misin…
Çaresiz, yarınsız ve ümitsiz kalmayın.
Kaderine mahkum olan tüm küçük gelinler… Yanınızda değilim ama ellerinizden tutuyorum."


Bize böyle özgüvenli olmayı öğretmenizi istiyoruz dedi Dostoyevski. Şu an bu odada olan arkadaşlarımla birlikte çeşitli kitaplar yazdık. Onlarca kitap. Hepsi farklı dillere çevrildi. Yıllardır satılıyorlar. Klasikler olarak adlandırılan kitaplar arasına girdiler diye devam etti.
-Gogol ve Neruda gelemediler diye araya girdi Kafka. En çok Neruda gelmek istiyordu dedi.
- Evet dedi Dostoyevski. Gogol ve Neruda trenleri bozulduğu için gelemediler. Bize okuyucunun ellerinden tutmayı öğretmenizi istiyoruz diye konuşmasını sonlandırdı Dostoyevski. Sesi ağladı ağlayacak gibi çıkıyordu.
Esra Erol şaşkınlığını gözleri aracılığıyla misafirlerine göstermeyi tercih etmişti. Kocasıyla tekrar birbirlerine baktılar. Kafasıyla kocasına bir işaret verdi. Kocası kalktı üst kata çıktı. Az sonra geldiğinde tamam hizmetçi üst katta kalacak dedi. Kocasının söylediğinden sonra rahatlayan Esra Erol üç yabancının yanındaki tekli koltuğa geçti. Üç yazarda dikkatle ona bakıyordu. Ağzından çıkacak bir harfi bile kaçırmak istemiyorlardı. 
- Bunu gerçekten bilmek istiyor musunuz diye sordu Esra Erol sadece dördünün duyabileceği bir ses tonuyla.
Üç arkadaşta kendinden geçercesine kafalarını salladılar ve birazdan duyacakları sırrın heyecanıyla birbirlerine baktılar. Esra Erol eliyle yaklaşmalarını işaret etti. Artık çok az kalmıştı. Üç yazarın - Gogol ve Neruda yeni otobüsten inmişlerdi. Neruda tekelden bira alırken Gogol dışarda onu bekliyordu. Arkadaşlarının vakıf olacağı sır tamamen aklından çıkmıştı - öğreneceği sırra çok az bir zaman kalmıştı.
- Evlilik programı sunmalısınız dedi Esra Erol kocası kimsenin onları dinlemediğine emin olurken. Evet, evlilik programı sunmalısınız diye tekrarladı. 
Anlamışlardı. Şimdi bütün taşlar yavaş yavaş yerlerine oturuyordu. Hepsinin suratında "salak bir gülümseme" diye tabir edilen cinsten gülümseme vardı. Esra Erol kocasına döndü. Kocası Esra Erol'la gurur duyuyordu. 
- Kalıp bunun üstüne konuşmak ister misiniz diye sordu Esra Erol.
- Çok isteriz diye heyecanla cevap verdi Nazım. Dostoyevski başıyla onayladı. Mutlulukları yüzlerinden okunuyordu. 
- Çay koyayım o zaman dedi Esra Hanım.
- Televizyonda Örümcek Adam vardı. Sonlarını izlememiştim. İzleyebilir miyim diye sordu Kafka Esra Erol çayları tazelemek için kalktığında.
- Tabi diye karşılık verdi Esra Hanım. Kocası televizyonu açmak için hareket etti. 


Kafka filmin sonuna yetiştiği için mutluydu. Esra Hanım çaylarla birlikte tekrar misafirlerin yanına gelmişti. Dostoyevski mutluydu. Gogol'u aramak için izin istedi. Nazım ve Esra Hanım konuşmaya başladılar. Kafka Böcek olmanın örümcek olmaktan daha iyi olduğuna kanaat getirdi filmin kredileri yarıda kesilip reklama girdiğinde.

9 Şubat 2012 Perşembe

24:59

Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktığında uçuşan martıları takip etti. Karanlık ile aydınlığın savaşını aydınlık kaybediyordu. Hava yavaş yavaş kararmaya mahkum edilmişti bile. Takip ettiği martının nereye gittiğini düşünmedi. O kadar vakti var mıydı? Martıyı düşünecek kadar işsiz güçsüz müyüm diye düşündü. Öyleydi. Etrafına baktı. İnsanlar işlerinden çıkmışlardı. Hayatlarını devam ettirmek için endişeleniyorlardı. Koşuşturmanın bütün amacı buydu. Oysa o sadece son vapur için endişeleniyordu. Sabırsızlıkla saatine baktı. Akrep ve yelkovanın yerlerini gördüğünde içini bir endişe kapladı. Yetişemeyeceğini düşündü.
Karşıdaki kırmızı adamın yerini yeşil adam almıştı. Üstelik diğerleri gibi hareket halindeydi. Yürümeye başladı. Yolun ortasına geldiğinde kafasına büyük bir damla düştü. Adımlarını hızlandırdı. Su birikintilerine basarak ilerledi. O bastıkça, birikintilerdeki balıklar dağılıyorlardı. Rahatsız edilmekten hiç haz etmezlerdi. Postallarıyla suyu ezen adama küfrettiler. Küçük su birikintilerinde bile huzur yoktu. İstanbul çok bozuldu diye düşündü kırmızı olanı. Sonra unuttu.
Yağmurla birlikte o da hızlanıyordu. Tekrar saatine baktı. Adımlarını hızlandırdı. Paltosunun şapkasını kafasına geçirdi ve balıklardan küfür yemeye devam etti. Sonunda vapur iskelesine vardı. Akrep ve yelkovan vapurun kalkması gereken saati göstermesine rağmen ortada vapur yoktu. Danışmadan gelen bir gencin arkadaşına söylediklerine kulak misafiri oldu.
"Vapur birkaç dakika geç kalacakmış."
Vapurun kendi kusuruna - o da geç kalıyordu - arka çıkmasına sevindi. Şimdi dilediğince harcayacak dakikaları vardı. Hava aydınlıkla girdiği savaşın galibiyetini kutluyor ve sevinç gözyaşları döküyordu. Ancak damlalardan kaçan insanları gördükçe sevinci yerini hüzne bırakıyordu. Alttakilerin bunu umursamadığını farketti. Sinirlenip daha da gözyaşı dökmeye başladı.
Kafasını yukarı kaldırıp baktı ve bir yere sığınması gerektiğini anladı. " Hava bile rahat vermiyor" diye geçirdi içinden. İskelenin saçaklarının altına girdi. Orası daha toleranslıydı. Eğer istediği kadar içeride durursan ıslanmana izin vermiyordu. Sigara paketini çıkardı cebinden. Duraksadı. Son altı aydır sürekli olarak yarım içip attığı sigaraları düşündü. Sigarayı bırakmakta başarılı olamıyordu. Daha sonra sigarayı bırakmaya çabalamayı bırakmasının vakti geldiğini düşündü. Bu sigaranın hepsini içeceğim diye söz verdi kendine. Yaktı. İçine derin bir nefes çekti.
" Hava hiç durulmuyor. Daha da beter olmasa bağri. Eve yürüyene kadar ıslanmak istemiyorum."
diye geçirdi içinden.
Arkasını döndü. Kafasını cama dayayarak elleriyle gözlerine siper yaptı ve içeriye baktı. Birden irkildi. Yüzü ve burnuyla camı yağladığını fark etti. Bir adım sağa kaydı. Bu sefer camı yağlamamaya çalışarak dikkatli bir şekilde içeri baktı. Camı kirletmek istemiyordu.
Kitap okuyan orta yaşta bir kadın gördü. Saçları özensiz kesilmişti. Postallarının bağcıkları yoktu. Bağcıksız halde postalla rahat edip edemediğini düşündü. Ortamdan soyutlanmış bir halde kitap okuyan kadının dudakları açılıp kapanıyordu. Kitapta geçen cümleleri tahmin etmeye çalıştı. Başarısız olduğunu anladığında yüzünü camdan çekti. Sigarasından bir fırt aldı. Kitap okumayı çok sevmesine rağmen kamusal alanlarda dikkatini toplayıp kitap okuyamıyordu. Sonra aniden bugünki iş görüşmesi geldi aklına. Bir diğer "biz sizi ararız" cümlesi ile sonlanmıştı görüşme. Bardağın dolu tarafına bakmaya çalışıyordu. Kendisini arayacağını söyleyen bir düzine kadın girmişti hayatına son bir ayda. Hepside genç ve güzel kadınlardı.
" Şanslıyım. " diye düşündü.
30 yaşına gelmişti ve hayata geç kaldığını düşünüyordu. Şimdiki aklına 25 yaşında sahip olmak istedi. Eğer öyle olsaydı her şey farklı olurdu diye düşündü. Sonra aniden "ya 35 yaşındaki aklıma 30 yaşımda sahip olmak istersem?" diye düşündü. Sonu yoktu bunun. 40'takine 35'de, 45'tekine 40'da...
Sigarasından bir fırt daha aldı. Canı içmek istemiyordu. Ama az önce aldığı karar yüzünden bitirmek için kendisini zorladı. Bir fırt daha çekti. Tekrar camdan içeri baktığında uzaktan gelen vapuru gördü. Vapurun kendisini çok bekletmediği için sevindi. İçinde vapura bir minnet dolarken, sigarasına karşı ise vicdan azabı çekiyordu. Sigarayı bitirmeden atmak zorunda kalacaktı. Sözünde durmak için önceliği sigaraya verdi. Önce onu bitirecek, sonra vapura binecekti. Kaçarsada kaçsındı. Kararlılığından dolayı kendisiyle gurur duydu. Sigarasını içti ve bitirdiğinde henüz vapur gelmemişti. Vapurun mesafesini ve geliş süresini yanlış hesaplamıştı. İyi ki sigarayı atmadım dedi. Sigarayı söndürdü. Çöp tenekesine attı ve içeri girdi.
Kalabalığın sonundaydı. Ancak biraz sonra ortalarda buldu kendisini. Sürekli yeni insanlar geliyor ve o daha önlere doğru gidiyordu.
" Hiç tanımadığımız bu kadar insanın arasında nasıl bu kadar rahat olabiliyoruz." diye düşündü. 30 yıl bir şey olmadan yaşadıysa bunu düşünmenin yersiz olduğuna karar verdi. Hayatı basit yaşamak gerekiyordu. Hayat aslında çok basitti. İnsan kendisi zorlaştırıyordu hayatı. Haddinden fazla şeyler istemez ve hayatını basit tutarsa mutlu olabileceğini düşündü ve bu fikrine çok inandı. Hayatın anlamını çözdüğünü düşündü. 30'unda hayatını kolaylaştıracak her şeye vakıf olduğu için gururluydu.
Vapur geldi. Herşeyi anlıyordu. Hatta az önce hayatın gizemini çözmüştü ama vapura binmek için insanların neden birbirlerini itip kaktıklarını anlamıyordu. Nasıl olsa herkes binecekti. İnsanların endişelerinin aksine vapur herkese yetti. O da bir koltuğa oturdu. Bütün koltuklar birer ikişer dolmuştu. Yanı boştu. Vapur hareket etti ve evine ulaşması için harcaması gereken 45 dakikanın vapurda geçecek olan 25 dakikası saatlerden düşmeye başladı.
24:59, 24:58, 24:57...
Hava, insanların kendisini yalnız bırakıp evlerine gittiği için daha da sinirleniyor, onları denize şikayet etmekten geri kalmıyordu. Denizde eski dostu hava'nın sözünü dinliyor ve dalgalanarak onları kararlarından geri döndüreceğini düşünüyordu.
Midesi bulandı. Daha önce hiç bu kadar dalgaya maruz kalmamıştı. Tuvalete gitmek için yerinden kalktı. Geri geldiğinde yerinde başkasını görmek istemiyordu. Ama bu endişesi kısa sürdü. Yerini boş bulacağını biliyordu. Herkesin yeri vardı. Onun oturduğu yer koridorda saçma bir koltuktu, manzarası yoktu. Kimse göz koymaz diye düşünerek 25 dakikalık sahiplendiği koltuğunu geride bırakarak tuvalete doğru yürüdü. Tuvalet boştu. İçeri girdi. Saatine baktı. 09:13, 09:12, 09:11...
Vapurun elektrikleri gidip geldi. İnsanların tedirginlikleri yüzlerinden okunuyordu. Elektrik arızası tekrarlandı. Vapur karanlığa gömüldü. Motorlar durdu. Uğultular yükselmeye başladı. Tuvaletin camından kafasını çıkardığında uzakta en çok beğendiği ışığın hareket etmediğini anladı. Gitmiyorlardı. Denizin ortasında durmuşlardı. Herşey yolunda gittiğinde birbirlerinin yüzlerine bakmayan insanlar ortaya bir problem çıktığında içlerini rahatlatmak için sohbet etmekten geri kalmıyorlardı. Işıklar geldi ve motorlar tekrar çalıştı. Az önceki uğultular yerini sesizliğe bıraktı. Işıklar tekrar gidip geldiğinde televizyon ekranlarında bir ses belirdi. Daha önce kimsenin görmediği karışıklıktaki bir kilim deseni gibi motiflerle birlikte insanı hipnotize eden bir ses kulaklardan tırmanıp beyne doğru son sürat ilerliyordu. Dışarıdan bakıldığında anlamsız gelen sesler beyinde istedikleri yere ulaştığında eyleme dökülmeye hazır hale geliyorlardı. Desenler ve sesler ortak çalışıyordu. Sesler beyne girip yapılması gerekenleri beyne yazıyor. Desenlerde onları harekete geçirecek görselleri hazırlıyorlardı. Mekanizma çok basitti.
07:41, 07:40, 07:39...
Desenler aniden ekrandan kayboldu. Sadece aynı frekansta giden bir ses vapurdakilere yolculuklarının geri kalanında arkadaşlık ediyordu.
06:05, 06:04, 06:03...
Kimse kendinde değildi. İskelede dudaklarından kelimeler dökülen kadın ani bir hareketle yanındaki kadının boynunu kırdı. Daha sonra gidip kendini sulara fırlattı. Başka bir delikanlı çantasındaki silahı çıkarıp kafasına dayadı ve tetiği çekmekten bir an bile tereddüt etmedi. BAM! Yerde. Yanında çocukları oturan bir anne önce birini daha sonra birini camdan fırlattığı gibi karşısında oturan annesinin kafasını cama vurarak boğazını kesti. Gemiyi takip eden martılar bile ne olduğunu anlamakta zorlanıyorlardı. Aşağı atılanların simit parçaları olmadığını anladıklarında hayal kırıklıkları bir kat daha artıyordu. Karşılıklı oturan iki güzel kız birbirlerinin üstüne atılıp boğazlarını sıkmaya başladılar. Galip gelen kendisine yeni bir hedef seçmişti ve çoktan onun üstündeydi bile. Kimse vakit kaybetmekten hoşlanmıyordu. Bütün bu curcunanın ortasında ses ve desenler devam ediyordu. İnsanlar hareket ettikçe ve debelendikçe kulaklara tırmanmaya çalışan sesler düşmemek için daha da fazla çaba sarfediyorlardı. Seslerin cazibesine kendini kaptıran bir çocuk elindeki oyuncak ayıyı boğazlarken yerden alınıp birinin üstüne fırlatılacağını ve 120 kiloluk bir adamın üstüne düşeceğinden habersiz bir halde ayakta dikiliyordu.
00:06, 00:05, 00:04, 00:03, 00:02, 00:01, 00:00
İskelenin etrafında kimse yoktu. Sessizdi. Anons duyuldu.
" Beşiktaş vapuru saat 21:05'te son seferini yapacaktır. "
Vapur iskeleye yanaştı.
Ellerini ve yüzünü yıkadıktan sonra ellerini pantalonuna sildi. Dışarı çıktı. Karşısında yerde yatan kolları ve kafaları kopmuş, yüzleri parçalanmış haldeki cesetleri gördü. Vapurun kapıları açıldı. İskelenin kapıları açıldı. Kendisi ile arasındaki son kara parçası üstündeki insanlarla göz göze geldi.